1 Aralık 2008 Pazartesi

Tam cuk oturuyor şu ana

Perihan Mağden'den

YAŞAM / 28/09/2008
sFizik dersinde berbattım. En arkada oturup başka şeylerle vakti ‘öldürmeye’ çalışırdım. Öyle zor geçerdi fizik dersinde zaman. Açıp açık açık kitabını da okuyamazsın. Yani dersi dinler havasını yaratarak, ne yapılabilirse, öyle geçirmeye çabalamak zamanı... Şimdi bile aşırı sıkıntıyla geçirdiğim zamanları ‘fizik dersi gibi’ diye tasvir ederim.Oysa gerçekten, samimi olarak, fizikten anlayabilen bir kafam olsun isterdim. O formüller, akselerasyon mesela: Hem gerçekte olagelen şeyler, hem de onca soyutlanarak bir formül halinde -yani bir hap gibi- sana sunuluyorlar. Taş düşüyor işte, işte eğim var, taşın hızı var, hepsini simgeleyen bir işaret var. Sen de yapacaksın hesabını, ama ne önemi var? Gerçi böyle felsefi nedenlerle direnmiyordum fiziğe. İşin içinden çıkamıyordum. Gerçek anlamda kafam basmıyordu işte. Einstein’ın o muhteşem, enerji eşittir formülü. Sonra Freud sayesinde bilinçaltı ve bilinçdışı olduğunu biliyorsak, Einstein sayesinde zamanın izafi olduğunu biliyoruz.Zamanın izafi olduğu zamanlar vardı. Kapı çalınırdı. Bir arkadaş sana gelirdi. Sonra bir 24, 36 saat kayıp giderdi. Muhtelif yerlerde yenilir, sokaklarda yürünür, videoda filmler izlenir ve kimseye hiçbir şeyin hesabı verilmezdi. Öle bir durum yoktu. Hesap vermeyi gerektiren bir durum yani. Bir arkadaşın arka odasına kapanılıp üç gün hiç çıkmadan -tabii yemek, içmek ve tuvalet dışında- Shibumi okunabilirdi, diyelim. O zamanlar, yani gençken, zaman izafiydi.Zaman, içine girilip gönlünce yüzülen bir okyanustu. Rüya görmeye vakit vardı örneğin. Bol bol rüya görülür, onlar hatırlanır, anlatılırdı. Oysa dilediğinizce uyuma hakkı elinizden alındığında rüya da göremez, daha doğrusu gördüğünüz rüyaları hatırlayamazsınız. Zaman, bir hapishane çizelgesine dönüşür. Her saat halletmeniz gereken kalemler, bunlardan kaytarmaya cüret edecekseniz, kendi kendinize vermeniz gereken hesaplar vardır: Dolusunuzdur. Da neyle? Bir sürü hamaliye saçmalıkla. Her gün, listelerle sona erer. Her gün, atlamanız gereken bir sürü engelle donanmış bir koşudur. Siz de iyi eğitilmiş ve yarışmak dışında hiçbir şeye hakkı olmadığını iliklerine kadar hisseden bir yarış atı.Mekanik bir at üstelik. Her türlü haz duygusundan tasarlanırken muaf tutulmuş. Bazen yangından mal kaçırır gibi, biraz zaman araklamaya kalkarsınız işten güçten. Ne acıklı bir çaba! Bunu faiziyle ödemeniz gerektiğini bilmek, o soluk soluğalık ‘araklanan’ zamanı baştan lekeler. Mükemmel ve el değmemiş bir zaman dilimi, sizin için artık mümkün değildir.Penang’ta yine üç gün bir ‘otelin’ yatakhanesinde yalnızca aşağıdaki lokantaya inmelerinizle bölünen Dostoyevski okuduğunuz günleri hatırlarsınız. Nerdeyse bir sıla hasretiyle. Bir sürgün duygusuyla. Bir daha böyle günlerin, kapınıza umulmadık bir hediye gibi bırakılmayacağını eşekler gibi bilerek. Eşekler gibi mahzun ve derisi kalın. Gerçek ve derin, ipin ucu koyverilmiş, bedbahtlıklara bile artık zamanınız yoktur. Hiç yoktur.Karı hissedemezsiniz. Yağmuru. Rüzgârı. Bir nevi izolasyon malzemesiyle tecrit edilmiştir ruhunuz ve bedeniniz. Doğayla ilişkiniz, hayatın doğallığıyla ilişkiniz kopmuş gitmiştir. Zavallı bir memursunuzdur. Artık herkes, bu hayatların her sabah kartını deldirmesi gereken, bitap memurlarıdır. Tüm arkadaşlarınız da sizin gibi enselenmişlerdir. Tesisat işleri, elektrik makbuzu, perdelerin yıkanması, yapılması gereken telefon konuşmaları, ödenmesi gereken borçlardan ibaretsinizdir.Bazen arkadaşınızla karşılıklı şikâyet ve ağlaşmayla bir yarım saat geçirirsiniz. Yan yana oturup ‘Yüzbaşı Volkan’, ‘Dr. No’ okuduğunuz günlerin zavallı siluetleri olarak. Kavga bile edemezsiniz artık. Şiddetli kavgalar ve ağlamalar çoook gerilerdedir. Vızırdarsınız, cızırdarsınız, laf sokuşturursunuz. Siz artık siz değilsinizdir. Yeni bir insan da değilsinizdir. Zaruretleri yerine getirmekle mükellef bir kılıf. İçiniz boştur. Eskiden kalbin durduğu yerde kırık, imitasyon bir şeyler durur. ‘Şeyler’dir onlar. Gerçek hiçbir şey yoktur artık zira. Olamaz da.

Hiç yorum yok: