6 Ekim 2010 Çarşamba

Çekirdek aileye karşıyım!

Baştan uyarayım uzun olacak, sıkılan okumasın.

Büyüklerle büyüyen çocukların çok şanslı olduğunu düşünüyorum. Büyükler insana çok farklı bir bakış açısı ve sınırsız hayal gücü, sonsuz şefkat ve sabır öğretir. Bunlarda tam bir çocuğun yetişirken ihtiyaç duyacağı şeylerdir. Çekirdek aile iyi hoş ama anneanneli-babaanneli-dedeli bir hayatın çocuğa katabileceği o kadar fazla artı var ki.

Yazarken bir yandan da Zeki Müren dinliyorum ve efkarlanıyorum. Aklıma çocukluk günlerim geliyor. Annem-babam sanırım çok musiki severmiş, hepimizi eski şarkıları biliriz ve severiz.
Annem 7 kardeş, babam 6 kardeşti. Yazları 3 katlı olduğu için daha müsait olan anneannemin evine giderdik. Annemin kardeşlerinin hepsinin en az 2 çocuğu vardı. Hepimiz de yazın oraya doluşurduk. Yaş aralığımız da epey azdı.
O 3 katlı evde her zaman istisnasız 20-25 kişi olurdu, bunların temiz bir 10-15'i çocuktu.
Şimdi kendinizi öyle bir evde düşünün bakalım, delirir misiniz?


TV yok. Çocuklar bütün gün sokakta.
Evin yanında bahçe vardı, anneannem burda sebze yetiştirirdi, meyveler köydeki muhtelif bağlarda yetiştirildiğinden evdeki bahçede meyve olmazdı.
Evin arkasında kümesler ve ahır vardı.
Evin arkası tepeydi ve tepenin başlangıcından evvel çamaşırhane ve yalak vardı. O çamaşır hanede mısır haşlanır, kazanlarla çamaşır yıkanır, iki lafın beli kırılır, çamaşırhanenin üstünden yalağa elma atma yarışmaları yapılırdı.
Çocuklar için bulunmaz nimet! Bütün gün deli gibi ordan oraya koşardık, düşerdik, ağlardık, bahçeyi didiklerdik, kümese dalardık, ahıra girer inekleri taciz ederdik. Tepedeki üzüm ağaçlarının ve fındık ağaçlarının altında saklambaç oynardık. Gece yarısı saklambaç oynadığımız çok olurdu, babam bizi sokaktan zor toplardı.
Gece yatmadan evvel orta kattaki sedirin olduğu girişte ahşap merdiven korkuluklarının arkalarına dizilir büyüklerin sohbetini dinlerdik. Tadına doyulmaz günlermiş..
Annemin babası, adı Davut olmasına rağmen herkesin "Hacıbaba" dediği dedem, pek bir sertti. Kız torunların çarşıda kahvenin önünden geçmesi, kısa kollu giymesi, kısa etekli gezmesi yasaktı. 5 vakit namaza çarşıdaki camiye gider, evin önünde veya eve çok yakın olan Sakarya nehrinin üstündeki köprüde nöbet tutan torunlardan biri "Hacıbaba geliyor" diye bağırana kadar biz o yokken evde kudururduk.
Hacıbaba radyoyu bile sevmezdi, nadiren açtırırdı. O gidince ilk iş radyo açılırdı.
Ölümünden evvel 1-2 sene kadar bizde kaldı. O dönemde bende üniversite sınavına hazırlanıyordum ama kursa falan gitmiyordum, evde test çözüyordum. Hacıbaba, o sert adam artık yaşlılıktan ve şekerden muzdarip, ne versen onu yiyordu, pamuk gibiydi.
Gelen gidene yapılan böreklerden-keklerden yemek isterdi. Annem
"Baba bunlar sana dokunur, yeme. Ben sana galete- tuzsuz peynir vereyim" derdi.
Uykusu gelirdi, gözü kapanırdı. Annem "Baba sen bi yat uyu" derdi, o da uysal uysal
"Peki, uyuyayım" derdi.
Beni komşunun kızı zannederdi ve anneme "Ne arıyor bu kız hala burda? Anası-babası merak etmiyor mu?" diye sorardı. Annemde "Gider birazdan" derdi. Odadan çıkıp geldiğimde benim orda olduğumu unuturdu.
Onu annemle beraber yıkıyorduk. Banyosu bitince annem onun sakallarını tarardı, bende öpüp "sıhhatler olsun" derdim. Ağlardı o zaman.
Canım ya!
Bir keresinde Lady Diana'nın düğününü seyrediyorduk tv'den. Hacıbaba atlara bayılmıştı ve habire
"Hay maaşallah! " deyip durmuştu.
Her sabah namaza kalkar ve yukarıda odada yatan bizi bastonla tavana vurup uyandırırdı.
"Haden namaza" derdi. Sanki namaz mı kılardık, kılmazdık tabii ki ama o birlik duygusu önemliydi. Hep birlikte kahvaltı sofrasına, yemeğe oturulurdu.
Laz şivesiyle isimlerimizi söylemeye çalışırdı, ablam ve abiminkini beğenmezdi
"Culuz, Curbuz (Gülyüz-Gürbüz)! Haçen ne biçim isimler kodunuz bunlara!" diye söylenirdi.
Yemekte eğer kaşığı çok doldurduysak
"Az ko kaşığına" diye uyarırdı.
Yaşlılığından ise annem elinden tutardı ve birlikte sallana sallana tuvalete giderlerdi.
"Kuğu gölü balesi yapıyorlar" diye gülerdik babamla...
Anneannem ve babaannem ben küçükken öldüklerinden pek hatırlamıyorum.
Babaanneminin ailesinin çok varlıklı olduğunu, onlarından Gürcü olduğunu, babaannemin siroz hastası olduğunu,kendi aralarında Gürcüce konuştuklarını, ailesinden kalan 2 ferman olduğunu biliyorum. Babam en çok annesini severdi, ölene kadar babaannemin resmini cüzdanında taşıdı, ölümüne 1 hafta kala sürekli "anne-anne" diye onu sayıkladı ve ölünce vasiyeti doğrultusunda annesinin üzerine gömüldü.
Anneannem ise Rum dönmesiydi. Babası zengin bir ipek fabrikası sahibiymiş. 10-11 yaşlarında Türk Çeteciler onların köyüne saldırdığında annesi lohusa olduğundan kaçamamış, anneanneme biraz para ve sedef bir tarak vermiş. Anneannemin saçları çok güzel ve upuzunmuş, bitlenmesin diye tararsın demiş. Anneannem, kardeşleri ve diğer Rum çocuklar samanların altına saklana saklana kaçmışlar. Sonra dedemin babası ve başkaları onları bulmuş ve aralarında paylaşmışlar. Anneannemin saçları güzel diye dedemin babası onu eve almış, müslüman yapmış ve oğluyla evlendirmiş. Benim hatırladığım zamanlarında kalp hastasıydı ve dedem onun üstüne titrerdi. Bahçeye mükemmel çiçekler eker ve bakardı anneannem. Orta kat balkonundan çiçeklerini kollar, eğer biz çiçeklere birşey yaptıysak ordan bize bağırır ve dedeme şikayet ederdi.
"... p.jleriyle ... p.jleri çiçeklerimi yoldu Hacı" diye.
Babamın babası da ayrı bir alemdi. 7-8 yıl beraber yaşadık. Pek huysuzdu rahmetli. Abimle ikisi aynı odada kalırdı. Çarşıdan peynir alır, pencerenin dış pervazına saklardı bize yedirmemek için. Bir kez bizi sevip okşadığını hatırlamam ya da bir kuruş çıkarıp verdiğini. Eve gelen komşuları, misafirleri istemezdi. Ne çok gelen giden var diye söylenirdi.
Sonra emekli olup Sapanca'ya yerleşen amcamın peşine takılıp oraya taşındı. Birkaç akrabası da vardı orda zaten ve Sapanca'da öldü. O yüzden onla ilgili anımlarımda fazla yok. Sadece garip garip aletler yaptığını, hiç birininde çalışmadığını hatırlarım. Yanlız yaşadığı zamanlarda abimle ablamın evini temizlemeye gittiğini, yemek götürdüklerini, onunsa bize artık nasıl pişirdiyse pasta kıvamında olan tarhana çorbası yedirmeye çalıştığını hatırlıyorum. Kimseye muhtaç olmamak için burnu yere düşse de almayan biriydi. Büyüdüğümüzde onun çok sıkıntılı bir hayatı olduğunu öğrendim. Osmanlı-Rus savaşı sırasında Batum'dan yürüyerek göç ettiği, yanağının savaştan armağan bir şarapnelle parçalanmış olduğunu, geceleri yürüyüp gündüzleri ahırlara saklanarak Adapazarı'na geldiğini, bir kez bir İstanbul hanımıyla evlendiğini, ondan bir kızı olduğunu, o kızın çocuklarıyla babamların sürekli görüştüğünü, tütün memurluğu yaptığını, dönemin az sayıda lise mezunundan biri olduğunu vs çok sonra öğrendim. O yüzden kimseyi yargılamadan önce geçmişte ne yaşadığını bilmek gerekiyormuş.

Keşke şu yaşımda başımızda sağ olsalardı, kimbilir bize neler anlatırlardı?


Büyükler adamın başına bir hazine! Şimdi anlıyormusunuz başında büyüklerle büyüyen çocukların neden çok şanslı olduğunu?

Tabii kızımda bu yönden azda olsa şanslı. Her iki dedesi de rahmetli olduğundan ve babaannesi de Adana'da yaşadığından sadece anneanneyle büyüyor. Annemden eski terimleri öğreniyor. örneğin "kesenize bereket", "elinize sağlık", "sıhhatler olsun" vs.

Annemden su isterse annem suyu vermeden sorar.

"Ne diycektin kızım?"

İdil

"Suyunuzdan içebilir miyim?"

Annem

"Tabii ki efendim"

İzle izle gül yani. Çocukluğumuzda terör estiren o kadın bildiğin pamuk helva!!

Umarım bu şansı UZUN yıllar devam eder de anacım başımızda sağ ve sağlıklı kalır.


Babam yaşasaydı ondan da çok şey öğrenirdi kızım. Mesela babam çok hoşgörülü ve toleranslı bir adamdı.

Ben bekarken amcamın kızı ve diğer arkadaşlarımla ziv ziv gezerdim, rahmetli babamda eh tabii yaşım kemale ermişti o yüzden bana güvenirdi ve gece gezmelerine izin verirdi.

Günlerden bir gün eniştem annesinin yanına yazlığa gitti ve ablamda bir sebepten onunla gidemedi. Biz hemen bekar hayatı hiç yaşamayan ablamı ortamlara akıtmaya karar verdik. Artık nerelere gittiysek gecenin 3-4'ü gibi bir saate eve geldik. Kapıyı anahtarla açarkende o kadar makara yapmışız ki babam uyandı. Üstünde atleti, kafasında saçları havaya kalkmasın diye giydiği namaz takkesi, kapıya dikildi ve gayet neşeli bir sesle

"Ooo, sefalar getirdiniz hanımlar. Mumu nerde söndürdünüz bakalım" dedi.
Biz iyice koptuk tabii.

O dönem yeni moda olan chat sayesinden tanıştığım Hollandalı biriyle aramızda şimdinin moda tabiri ile "elektriklenme" olduğunda ve adamcağız Türkiye'ye beni görmeye geldiğinde bizim evde kalmasına izin vermişti. Böylece onu daha iyi tanırız demişti. Şimdi bile buna hoşgörü gösterecek baba azdır sanırım.

Sigara içtiğimi (o zamanlar) şöyle öğrenmişti.

Üniversite yıllarında eniştemin bir arkadaşının spor malzemeleri satan dükkanında tezgahtarlık yapıyordum. Babamda benim bulunduğum yere yakın bir apartmanın dışardan yöneticiliğini yapıyordu. Bir kış akşamı abimlerin oğlu yeni doğduğu sırada o akşam abimlere gideceğimizi haber vermek için dükkana gelmişti. Vakit akşam olduğundan hava karanlıktı ve ben kapı açılınca içeri giren babamı görür görmez sigarayı küllüğe bırakıp küllüğüde aşağıda rafa indirdim.

"Akşam durakta buluşalım, abinlere gidicez" dedi.

Hiç sesimi çıkarmadan başımı salladım, ağzımdan burnumdan dumanlar çıkıyordu.

Sonra akşam buluştuğumuzda sigara içtiğim için ne kadar üzüldüğünü söyledi, babalık hakkımı helal etmem dedi ve içmememi istedi. Tabii içtim. Yanında içmezdim ama içtiğimi bilirdi. Bir dönem Gökçeada'dan abimle arsa almıştık o dönem tüm Gökçeada Sultan Mehmet Han mı ne öyle bir vakıfa ait göründüğünden arsa alan bu vakfa mahkeme açıyordu ki tapuyu kendi adına çıkartabilsin diye. Davalar tabii uzun sürdüğünden bazen ben babamla bazen abim tek başına giderdi. Yine bir kış günü babamla mahkemeye gittik. Ben pansiyonun dışında sigara içiyordum, dışarısı buz gibiydi.

"Gel içerde iç, sanki bilmiyorum içtiğini! Yoksa zatüree olup öleceksin" dedi babam ve o günden sonra ölene kadar sülalede bir tek ben babamın yanında sigara içen kız evlat oldum. Derviş bile babasının yanında sigara içemezken ben fosur fosur içerdim.

Kadir gecesi aramızdan ayrılan can Funda'nın acısı çok taze henüz. Şimdi O'na her hatıra acı geliyor, ağlatıyor ama aradan zaman geçince aynı benim gibi olacak. Hep iyi haliyle hatırlayacak, hep güldükleri olaylar gelecek gözünün önüne, rüyalarında hep orta yaşı az geçmiş halini görecek, hiç yaşlı ve hasta halini görmeyecek. Hatırladığı komik hatıralar onu gülümsetecek, canı yanmayacak hatırladıkça, sadece özlemi daha bir artacak...

Zaman böyle bir ilaç işte. Eğer işe yaramasaydı, derdine merhem olmasaydı, yürek yangınını küllendirmeseydi hiç kimse yaşayamazdı.

Foto mu? Doğum günü için sipariş verdiği ve benim de aldığım (daha 2 ay var!) ve sabredemeyip verdiğim hediyesi Ariel kostümü içinde "Çakma" Ariel İdil.

2 yorum:

tatlıhayat dedi ki...

Kesinlikle haklısın ahhhhh,keşke sağ olsalardı....

aysencifci dedi ki...

Di mi??
İnsanın hala yüreği sızlar mı? Sızlıyor...